Loading...
- Yoksulluk ve sosyal eşitsizlik (%33),
- Suç ve şiddet (%26),
- İşsizlik (%26) ve
- Finansal veya siyasi yolsuzluklar (%23) ile ilgili endişeler geliyor.
Endişe mekanizmamızın enflasyon tarafından tetiklenebilmesine karşın, susuzluk, gıda kıtlığı, savaş ihtimali, suç ve şiddetin aynı etkiyi yaratmıyor oluşu, endişe zeminimizin nasıl bir sosyal tasarım ürünü olduğunu da gözler önüne seriyor.Raporda Türkiye ile ilgili oldukça ilginç bulgular da yer alıyor. Örneğin finansal ve politik yolsuzlukları bir endişe kaynağı olarak görmüyoruz (%20 ile 12. sıradayız). İlgi çekici bir diğer bulgu da ülkeler arasındaki askeri çatışmalarla ilgili endişelerde... Dünyadaki her on kişiden biri bu tehdidi önemli bir endişe kaynağı olarak görürken, Rusya-Ukrayna savaşının önemli aktörlerinden biri haline gelmiş, Yunanistan ve Orta Doğu komşuluğunda ip cambazlığıyla ilerleyen ülkemiz insanı için ülkeler arası çatışmalar bir endişe kaynağı olarak görülmüyor (%2 ile 22. sıradayız). Raporda en çok ilgimi çeken, muğlak ifadeler içermekle birlikte önemli bir gösterge olduğunu düşündüğüm istatistik ise “Ülkenizin yanlış yöne gittiğini düşünüyor musunuz?” sorusuna verilen yanıtlar: Dünya üzerindeki her üç kişiden ikisi (%65) ülkelerinin yanlış yöne gittiğine inanıyor. Türkiye'de ise bu oran %80 seviyesine çıkmış durumda. Daha önce anksiyetenin en önemli sebeplerinden birinin tehdit olarak algıladığımız ve üzerinden hiçbir kontrolümüz olmadığını düşündüğümüz faktörler olduğundan bahsetmiştik. Her on kişiden sekizinin makro dinamikler açısından yanlış bir yöne gidildiğini düşündüğü bir ülkede, anksiyetenin toplumsal bir sorun haline gelmesi kaçınılmaz. Yazının başına geri dönecek olursak, evet, Türk insanının anksiyete sorunu yaşaması son derece doğal. Ancak yazıyı yine bana göre çok önemli olan bir bilimsel bulguyu paylaşmadan bitirmek istemiyorum: Kaygı, eylemsizlikle el ele yürür. Kaygıyı azaltmanın en önemli yolu, eyleme geçmektir. Ve belki de üzerinde hiçbir kontrolümüzün olmadığını düşündüğümüz tehditler üzerinde de aslında kısmen de olsa kontrol sahibiyizdir. Bu bulgulara dair son yorumum, içinde yaşadığımız dünyanın ekonomik ve ideolojik temellerinin, hayatta kalma sorunuyla ilişkilendirdiğimiz ve tehdit olarak algıladığımız faktörleri neredeyse tamamen yapay bir zemine çektiği yönünde. Zorlu ekonomik koşulların insan hayatı üzerindeki etkisini azımsıyor değilim. Ancak açlık sınırının altına düşülmesi endişesi haricinde, enflasyon ve ekonomiye kıyasla çok daha hayati olabilecek meseleler dahi bizi artık pek endişelendirmiyor gibi görünüyor. Örneğin şu anda insanlığın hayatta kalmayla alakalı en kuvvetli endişesi olması gereken iklim değişikliği konusu katılımcıların sadece %16’sı tarafından bir endişe kaynağı olarak görülmüş. Bunun anlamı, yaklaşık 20 yıl içinde su ve gıda kıtlığı sorunlarıyla boğuşacak olmamızı umursamıyor olduğumuz… Endişenin evrimsel süreçte insanın hayatta kalmasını sağlayan bir mekanizma olduğunu hatırlarsak, bu mekanizmanın enflasyon tarafından tetiklenebilmesine karşın, susuzluk, gıda kıtlığı, savaş ihtimali, suç ve şiddetin aynı etkiyi yaratmıyor oluşu, endişe zeminimizin nasıl bir sosyal tasarım ürünü olduğunu da gözler önüne seriyor. Benzer bir durum, insanlığın yaşadığı sorunların çok önemli bir kısmının faili olmasına karşın, halen yeterince farkında olmadığımız kısa vadelilik sorunu için de geçerli. Binlerce yıl öncesinin haklı endişe zemini olan günü kurtarabilmenin, bunca imkanla donatılmış günümüz insanı için geçerliliğini yitirmiş ve daha uzun vadeli bir zemine yükselmiş olmasını beklemek sanırım pek şaşırtıcı olmazdı. Ancak içinde kaybolduğumuz endişelerimiz, bize tam aksini gösteriyor.