2010 referandumu ile vedalaşmak

Abone Ol
İçinde bulunduğumuz cehenneme giden yolun ilk taşı 2010’da mı, yoksa daha evvelinde mi döşendi? Yetmez ama evet’ diyen cenahı çıbanın başı ilan etmenin faydası yok. 2010 öncesi CHP ile sonrası AKP arasında bir tercih yapmak zorunda değiliz. İkisini de reddetme hakkımız var. Artık eminim, Ali Babacan sinir uçlarına bilerek dokunuyor. Türkiye’deki kutuplaşmanın en derin fay hatlarından biri olan 2010 referandumunu üstelik “ortak akıl” nitelemesiyle gündeme getirmesinin başka bir izahı yok. Tavsiyem, danışmanları ile yollarını bir an evvel ayırması. Zira farkında mı bilmem ama kendisini kutuplaşmaya, ayrışmaya ve tartışmadan çok atışmaya sebebiyet verecek bir siyasetin merkez üssü haline getiriyorlar. Türkiye’nin ihtiyacı olan ortak aklı 2010’da aramak gerçekten büyük gaf ve gaflet. Babacan’a soralım, toplumları ileri taşıyacak büyük “adımlar,” o toplumu tam ortasından ikiye bölerek ve bunu zafer/hezimet denklemine hapsederek atılabilir mi? Atılmışı var mı? 2010 referandumu bu özelliği taşıması itibariyle usul açısından baştan sakat değil mi? O gün bugündür memleketin başını ağrıtmasını başka nasıl açıklayabiliriz? ‘Yetmez ama evet’ ile ‘Hayır’ diye haykıranlar arasında bitmek tükenmek bilmeyen ve geleceğin inşasına zerre katkısı olmayan, bir nevi kör döğüşü atışma yine aldı başını gitti. Peki usulen sakat olan bu referandum, esas açısından nasıldı? Yani ‘Hayır’ cephesinin söylediği üzere, bugün yaşadığımız krizlerin çıkış noktası o anayasa değişikliği mi? HİKAYEYİ GERİYE SARALIM, 2007’DEN BAŞLAYALIM Hikâyeye biraz daha geriye sararak başlamakta fayda var. İçinde bulunduğumuz cehenneme giden yolun ilk taşı söylenegeldiği üzere 2010’da mı, yoksa daha evvelinde mi döşendi? Cumhurbaşkanını halkın seçmesinin parlamenter sistemi temelinden sarstığı konusunda hemfikiriz. Dolayısıyla önce 2007’ye uğrayacağız. O yıl yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde AKP’nin adayının seçileceği matematiksel olarak kesindi. AKP’nin olası adayının eşinin başörtülü olma ihtimali belirince kıyamet koptu. 12 Nisan 2007’de Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanları “Laikliğe sözde değil özde bağlı” ifadesini içeren konuşmayı yaptılar. Cumhuriyet Mitingleri’nin ilki 14 Nisan 2007’de Ankara’da gerçekleştirildi. Şimdilerde dillerden düşmeyen kutuplaşma yavaş yavaş zuhur ediyordu. AKP’nin adayı, eşi başörtülü olan Abdullah Gül’dü. Seçimin ilk turu 27 Nisan 2007’de yapıldı. CHP, DYP ve ANAP Meclis’e girmediler. Aynı günün gecesinde, saat 23:20’de TSK internet üzerinden muhtıra yayımladı. 1 Mayıs 2007’de CHP’nin başvurusuyla Anayasa Mahkemesi 367 kararını verdi ve sistem tamamen kilitlendi. AKP aynı gün erken seçim kararı aldı ve yaklaşık üç ay sonra rekor oy alarak yüzde 47 ile tek başına iktidar oldu. AKP’nin oylarını yüzde 33’ten 47’ye kim sıçrattı? Bu devasa sıçramada aslan payı kime ait? Seçimlerin ardından MHP’nin meclise girmesi ile 367 sayısı sağlandı ve 28 Ağustos 2007’de Abdullah Gül cumhurbaşkanı seçildi. 21 Ekim 2007’de cumhurbaşkanını halkın seçip seçmemesine ilişkin referandumda yüzde 69 evet oyu çıktı. İşte parlamenter sistem ilk ve aslında en ağır yarayı burada aldı. Cumhurbaşkanlığı seçimi neden halk oylamasına gitti ve neden katılım yüzde 67’de kaldı, kabul oranı neden yüzde 69’a ulaştı? Bu rakamlara bir tarafın bıkkınlık ve karamsarlığı, diğer tarafın ise hırs ve öfkesi sinmiş gibi durmuyor mu? Bu ayrışmadan huzurlu bir toplum çıkabilir mi? Ama bitmedi önce 16 Kasım 2007’de DTP’ye yani Kürt siyasal hareketine (Parti 11 Aralık 2009’da Anayasa Mahkemesi kararıyla kapatıldı), ardından 14 Mart 2008’de seçimlerin üzerinden sadece sekiz ay geçtikten sonra AKP’ye kapatma davası açıldı. (30 Temmuz 2008’de sadece bir oy ile kapatılmama kararı verildi. Akabinde ise sadece 53 gün sonra ikinci kapatma davası için ilgili makama müzekkere yazıldı.) KAPATMA DAVASI RFERANDUM YOLUNU AÇTI 29 Haziran 2009’da ise Avrupa Birliği üyelik sürecinin gerekleri doğrultusunda askere sivil yargı yolunu açan değişiklik TBMM’de kabul edildi. Akabinde CHP, Anayasa Mahkemesi’ne iptal başvurusu yaptı. Yüksek Mahkeme de “elbette” yasayı iptal etti ve bu, AKP’yi referandum yolu ile kapsamlı bir anayasa değişikliğine iten son hamle olarak tarihe geçti. Zor olabilir ama kendimizi AKP’nin yerine koyalım. Az önce hatırlattığım üç olayı gözden geçirelim. İlk olarak cumhurbaşkanı adayları sırf eşi başörtülü olduğu için kabul görmüyor ve asker muhtıra yayınlıyor. Yetmiyor yüksek yargı devreye girerek seçilmemesi için hukuku, hakkaniyeti ayaklar altına alan bir karara imza atıyor. İkincisi, memleketin neredeyse yarısının oyunu alan partilerine, üstelik seçimin üzerinden bir yıl geçmeden kapatma davası açılıyor. Üçüncü ve son olarak da Avrupa Birliği sürecinin gereği olarak yapılan askerlere sivil yargı yolunun açılması yine yargı tarafından engellenince AKP referanduma gidiyor. AKP başka ne yapabilirdi? Elbette siyasi kanalları daha fazla zorlayabilirdi ama şimdiki gibi bir CHP o zamanlar var mıydı? Anayasa değişiklik paketi birçok demokratik madde içeriyordu. ‘Yargının ele geçirildiği’ zemini bahsinde sonradan yaşanan tartışmaların merkezinde 22’nci madde bulunuyor. HSYK üyelerinin demokratik, çoğulcu bir yapıya karşılık gelecek şekilde seçilmesinin önünü açan bu madde, referandumu sakatlayan hususların başında geliyor. Peki bunda AKP’nin sorumluluğu var mı? Çünkü CHP’nin paketi Anayasa Mahkemesi’ne götürmesi üzerine yüksek mahkeme, anayasayı çiğneyerek maddeyi şeklen değil esasa girerek inceliyor. Bu da yetmiyor kendisini yasama organı yerine koyarak düzenleyici işlem yapıyor ve üye seçimini Meclis’te kabul edilen çoğulcu halinden, çarşaf liste usulü ile çoğunlukçu yapıya hizmet edecek şekle sokuyor. Bu hamle dönemin kudretli YARSAV’ına güvenilerek yapılmıştı ama netice hiç de hesaplandığı gibi olmadı ve yargı üzerindeki vesayet odağı, daha doğrusu vasi değişti. Eski vesayet odağı, sadece demokrasiye değil kendi bacağına da sıkmıştı. NEREDE O CHP, NEREDE PM’SİNE BAŞÖRTÜLÜ ÜYE ALAN CHP! Hal böyle iken 2010 referandumunu tüm kötülüklerin başladığı yer ve ‘yetmez ama evet’ diyen cenahı çıbanın başı ilan etmenin anlamı da faydası da yok. AKP’nin yükselişi etken, aksiyoner bir yükseliş değildi. Görüldüğü üzere aslında alabildiğine edilgen ve reaksiyoner bir siyaset izledi AKP. Dönemin ana muhalefeti CHP’nin siyasi partiden ziyade kurulu düzenin sözcülüğünü yaptığı yıllardı. Memleket için olduğu kadar, CHP için de talihsiz bir dönemdi. 2007 cumhurbaşkanlığı seçimi zamanında ve usulüne uygun yapılıp önü askeri muhtıralar ve yargı müdahaleleri ile sekteye uğratılmasaydı; halkın yarıya yakınının oyunu alan parti hukuka aykırı şekilde kapatılmaya ve Avrupa Birliği sürecinin gerekliliklerinin önü yine yargı eliyle kesilmeye çalışılmasaydı 2010 referandumu olacak mıydı? Sırf vesayet surlarını tahkim etmek için anayasa çiğnenerek, ilgili maddeye müdahale edilmeseydi yargı bu kadar kolay ele geçirilebilir miydi? Ya da soralım kendimize, bugün aynı maddeler Meclis’e gelse hangi partiler evet, hangileri hayır der acaba? CHP’yi de anlamak lazım elbet. CHP aslında eski vesayet düzeninin görünmeyen mağdurlarından ve mahkûmlarından biri. 27 Mayıs ile halk nazarında şaibeli hale gelen, 12 Eylül’ün üstünden geçtiği bir parti. Vesayetin bindirilmiş kıtaları partiyi daima tazyik altında tuttu. Tüm bunlardan dolayı siyaset yapma pratiklerini zaman içinde kaybettiler ve o döneme hâkim olan psikolojik atmosferin de etkisiyle vesayet odaklarının endişe ve öfke dolu rüzgârlarına kapılıp gittiler. Nerede Gül’ün eşi başörtülü diye Meclis’e girmeyen CHP, nerede kendi parti meclisine başörtülü üye alan CHP? Bütün bu dönem boyunca AKP yeni vesayet odakları oluştururken, kendini elinden geldiğince yenileme cesareti gösteren de yine CHP. Kolay olmadı ama vesayetin etkisinden kurtuldukça halkın sesi olmaya giden uzun ince bir yol kat etti CHP, üstelik daha gidecekleri uzun mu uzun bir yol da onları beklemekte. HİÇ KİMSE BABACAN’IN GEMİYİ TERK ETMEK İSTEMEDİĞİNİ UNUTMUYOR Babacan ve arkadaşlarına gelince: O zamanki duruşlarına atfettikleri haklılık, sonradan karşısında sessiz kaldıkları haksızlıklardaki paylarını azaltmıyor. Hiç kimse gemiyi terk etmek için batış garantisi beklediklerini unutamıyor, belli ki kendileri de. Sorgulamaları gereken bir başka acı gerçek de burada karşılarına çıkıyor. Ellerinde haklı olabilecekleri argümanlar varken bile neden kimse seslerini duymuyor? Neden görmezden geliniyorlar? Bu sorulara ‘Görmeyenler, duymayanlar vesayet odaklarının temsilcileri’ kolaycılığı ile cevap vererek AKP markasının satışa sunulduğu butik bir dükkâna dönüştürüyorlar partilerini. Kendilerinden kaçanlar fazla uzağa gidemez. Bu sorulara bulacakları cevaplar hal-i hazırda neden muhalefet cenahında pek sevilmediklerini ve toplumsal karşılık bulamadıklarını anlamalarına yardımcı olabilir. AKP ve işbirlikçilerinin günahı elbette çok büyük ama onların zulmü geçmişin, bugün de katlanarak süregiden günahlarını aklamıyor. Mutlak haklı ve kati surette haksız ikilemini dayatan atmosferin geleceğe faydası yok. 2010 öncesi CHP ile sonrası AKP arasında bir tercih yapmak zorunda değiliz. İkisini de reddetme hakkımız var. Çünkü derdimiz siyasetin üzerindeki vesayetle, vasinin kim olduğuyla ilgili değil. Siyasi kişiliklerimiz vesayetin her türlüsünü reddetmekle olgunlaşabilir. Bu yüzden şu ya da bu vasiyi değil, vesayet mekanizmalarından çıkarı olan herkesi, her şeyi aklın ve eleştirinin süzgecinden geçireceğiz. Aksi halde adil bir gelecek kuramayacak, birbirimize duyduğumuz güvensizliğin yarattığı endişe ikliminden kurtulamayacağız. Bir dönemin hikâyesini, bugünle ilişkisi üzerinden ana hatlarıyla anlatmaya çalıştım. Muradım, içinde yaşadığımız cehenneme fail aramanın kimseyi bir yere götürmeyeceğini hatırlatmak. Birimiz kazanırken diğerinin kaybettiği değil hep beraber kazandığımız bir toplumsal sözleşme için harekete geçmemiz gerekiyor. Geçmişin travmalarını zinde tutarak yaşadığımız katarsislerin topluma faydası yok. Kolay değil, ortak geleceğimiz söz konusu. Kaygı ve kederimizi öfkeye dönüştürerek daha ne kadar yaşayabiliriz ki? 2007’den itibaren hızla yükselen kutuplaşmaya, onu yaratan cümleleri tekrar ederek son veremeyiz. Müşterek toprağımıza öfke tohumları ekmekten başka şeyler yapmanın vakti geldi çattı. Şimdi değilse ne zaman? Hatta ya şimdi ya hiçbir zaman.