19. yılında AK Parti
2011’e kadar makro alanda siyaseti devletten topluma taşıyan, Türkiye’yi normalleştiren, sivilleştiren ve kendisini de marjinal bir kimlikten kurtarıp merkez partisi haline getiren AK Parti, bu tarihten sonra mikro alanda “değer temelli” tüm söylem ve siyasal tercihlerinde merkez partisinin değil tam tersine muhafazakâr/sağcı bir partinin dilini benimsedi.
İki gün önce AK Parti iktidarı 19. yılını geride bıraktı. 14 Ağustos 2011’de kurulan parti, 14 ay sonra 3 Kasım 2002 seçimlerinde tek başına iktidar oldu. Ve iktidar olma hali bugüne kadar kesintisiz devam ediyor.
Geride kalan 19 yıllık AK Parti iktidarının iç politikadan dış politikaya, siyasetten ekonomiye, eğitimden sağlığa her alanda Türkiye’ye maliyeti ağır olmuştur. Bu ağır maliyetin ne olacağını tam olarak iktidar değişiminde göreceğiz.
Geriye dönüp baktığımızda AK Parti’nin kurulduktan kısa bir süre sonra iktidar olmasını kabaca, 2001’de yaşanan ekonomik kriz, 28 Şubat’ın yarattığı siyasi mağduriyetin siyasallaştırılması ve ANASOL-M Hükümeti’nin başlattığı AB üyelik sürecinin koşulları olarak değerlendirebiliriz.
Elbette bütün bunların temelinde, Türkiye’de devlet-toplum ilişkisinin asimetrik yapısı vardır. Bu yapı, büyük ölçüde siyaseti toplumun değil devletin tekeline almış ve bu haliyle siyaset, toplumsal sorunları çözmek bir yana, devletin ürettiği rantın yukarıdan aşağıya dağıtılmasından başka bir şey olmamıştır. Bu sistemde siyaset doğal olarak ne kurumsallaşmış ne de toplumsallaşmıştır.
AK Parti büyük ölçüde buna itiraz eden bir siyasi geleneğin içinde çıkarak dar bir ideolojik bakıştan kurtulması ve toplumsallaşması ile yükseldi ve iktidar oldu.
Bu 19 yıllık iktidar dönemi ve siyasi özne olarak AK Parti için pek çok tarihselleştirme, dönemselleştirme ve okuma mümkündür. Ve bütün bunlar tek başına eksik olsa da anlamlı olacaktır. Bu açıdan bütünsel, yekpare bir AK Parti ve iktidar pratiğinden söz etmek mümkün değildir.
Benim için bu tarihselleştirme içinde dönüm noktası büyük ölçüde 2011 öncesi ve sonrasını almak, anlamak açısından açıklayıcı olabilir.
Bu tarihselleştirmede 2007’de yaşanan 367 krizi, 2008-2009 küresel ekonomik krizi, 2008’de AK Parti’nin kapatılması için açılan kapatma davası, yine bu dönemde AB’nin üyelik konusunda siyasi iktidarı teşvik edici değil fasılları açmayarak engelleyici tutumunun etkilerini saymak mümkündür.
Bütün bu eşikler AK Parti’nin kendini koruma güdüsü geliştirmesinde önemli olmuştur.
Aralık 2010’de Tunus’ta bir seyyar satıcının kendisini yakması ile başlayan “Arap Baharı” süreci, AK Parti’de büyük bir siyasi kırılma daha doğrusu bir tercih imkânı vermiştir.
AK Parti, Başbakan Erdoğan’ın Arap uyanışı öncesi ve 2011 başında Arap dünyasında gördüğü ilgiyi, gittiği başkentlerde toplanan kalabalıkları, Türkiye’deki demokratik başarısından çok, partinin İslami kimliğine bağlama yanlışına düştü. Ve bu AK Parti açısından önemli bir kırılma oldu.
AK Parti, Arap uyanışına demokratikleşmeyi derinleştirerek model olma gücünü pekiştirmek yerine, sahip olduğu İslami kimlik üzerinden kendine Ortadoğu’da İslam dünyasının liderliği misyonunun biçti. Bu açıkça siyasal İslam geleneğinin yeniden nüksetmesi ve mezhepsel bir kimlik üzerinden kurulmak istenin bölgesel bir iktidar arayışı oldu.
Bu temel tercih, o döneme kadar Arap Dünyası ve Ortadoğu ülkeleri için “model” olan Türkiye’nin, bu bölgeye ve ülkelere “lider” olma iddiasına dayanmıştır.
Bu dönemden itibaren siyasi iktidarın siyasal ajandası ve toplumsal tahayyülü büyük ölçüde değişmiştir.
Bu tahayyül demokratik, laik ve çoğulcu bir Türkiye değildir.
AK Parti Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan 11 Ekim 2006'ya Başbakan olarak yaptığı grup toplantısında yaptığı konuşmada; “Ülkenin geleceğine, Cumhuriyetin değerlerine karşı tehditler yok mu? Elbette var, ancak bunların toplumun geneline yayamayacağımız aşırı uçlar olduğunu, takibinin de suç-ceza sistemi içerisinde yapılması gerektiğini unutmayalım. Son tahlilde uçlarda bulunanlar da bizim insanımız. .... biz diyoruz ki onları da merkeze çekmenin, şu çatı altında olan kim olursa olsun hepimizin ortak görevidir. ... Asgari müşterekte mutabakatı sağlamak zorundayız. Yaraları kanatan değil, iyileştiren olmalıyız. Gelecekteki dönemi, toplumsal barışı güçlendirecek bir sosyal restorasyon dönemi olarak görüyoruz. Etnik, dini, mezhepsel, fikri, kültürel farklılıklara bakmadan kadın-erkek ayırmadan, bütün sosyal tarafları kucaklayacak yeni bir toplumsal uzlaşma zemini oluşturmak mecburiyetindeyiz.” derken 2011 sonrası izlenen tüm politika bu konuşmanın tam tersi yönde olmuştur.
Ve politikanın temel hedefi toplumu tek bir kültürel kimlik hedefine yönelik yukarıdan aşağıya dönüştürmek olmuştur. Bunun için eğitim, diyanet ve medya en etkili araçlar olarak kullanılmıştır.
Nitekim bütün bu süreçte yaşananlar açısından en anlamlı referans dönemin İstanbul İl Başkanı Aziz Babaşçu’nun 31 Mart 2013’teki yaptığı açıklamadır.
Ne demişti Babuşçu; “10 yıllık iktidar dönemimizde bizimle şu ya da bu şekilde bizimle paydaş olanlar, gelecek 10 yılda bizimle paydaş olmayacaklar. Çünkü bu geçtiğimiz 10 yıl içinde, bir tasfiye süreci ve bir tanımlama özgürlük, hukuk, adalet söylemi etrafında yaptıklarımıza paydaşlar vardı. Onlar da şu ya da bu şekilde her ne kadar bizi hazmedemeseler de; diyelim ki liberal kesimler, şu ya da bu şekilde bu süreçte bir şekilde paydaş oldular ancak gelecek inşa dönemidir.
İnşa dönemi onların arzu ettiği gibi olmayacak. Dolayısıyla o paydaşlar bizimle beraber olmayacaklar. Dün bizimle beraber şu ya da bu şekilde yürüyenler, yarın bizim karşımızda olan güçlerle bu sefer paydaş olacaklar. Çünkü inşa edilecek Türkiye ve ihya edilecek gelecek onların kabulleneceği bir gelecek ve bir dönem olmayacak. Onun için işimiz çok daha zor."
Bu sözler bugüne kadar yaşananları açıklamada önemlidir.
Bütün bu süreç kaçınılmaz olarak toplumun farklı kesimleri ötekileştirilmiş ve dışlanmıştır.
Bu dönemin temel bir başka özelliği de AK Parti’nin, MHP üzerinde devlete eklemlenmesidir. 7 Haziran 2015 seçimi öncesinde AK Parti ile MHP’nin “anti-Kürt” politik hatta buluşması bugün karşımızda Cumhur İttifakı olarak durmaktadır.
2011’e kadar makro alanda siyaseti devletten topluma taşıyan, Türkiye’yi göreli olarak normalleştiren ve kendisini de marjinal bir kimlikten kurtarıp merkez partisi haline getiren AK Parti, bu tarihten sonra mikro alanda “değer temelli” tüm söylem ve siyasal tercihlerinde merkez partisinin değil tam tersine muhafazakâr/sağcı bir partinin dilini benimsedi.
Bu eklemlenmeyi tamamlayan ise Türk Tipi Alaturka Başkanlık Sistemi olmuştur. İdeolojik süreklilik içinde keyfiliğin kurumsallaştığı tek adam rejimi, bugün Türkiye’nin en temel sorunudur.
Bu açıdan karşı karşıya olduğumuz sorun, AK Parti’yi toplumu homojenleştirmesi ve ataerkil bir düzen üzerinden topluma otoriter tek parti anlayışının giydirilmesidir.
Bu nedenle AK Parti iç politikaya paralel olarak dış politikada da sıkıştıkça siyasal İslam’a ve İslami kodlara sarılarak tabanını konsolide etmeye çalışıyor. Daha çok edecek görülüyor.
Geriye bakıldığında Gezi protestoları, AK Parti’nin 2011-2013 dönemi değer temelli siyasal tercihlerine ve toplumsal dönüştürme hedefine erken bir itirazdı.
Bugün muhalefet partilerinin en temelde parlamenter sisteme dönüş konusundaki ortaklaşmaları esas olarak bu 19 yıla ve siyasetsizliğe itirazdır.
Bunun ne kadar sonuç vereceğini de önümüzdeki dönemin yasal pratikleri gösterecektir.
Bugün gelinen noktada AK Parti’den siyaseten bir parti olarak bahsedebilsek bile esas olarak siyasi partiden çok Erdoğan’ın CEO olduğu bir şirketten bahsetmek daha gerçekçidir. Bu açıdan da AK Parti, her gün zarar eden bir şirkete benzemektedir. Dahası sadece kendisi değil Türkiye'ye de zarar ettiriyor.