16 Ton adlı belgeselin bir de üst başlığı var: “Vicdan ve Serbest Piyasa Dair Bir Film”. Belgesel, adından da belli olacağı gibi birincil amaç ve motivasyonu daha çok kâr ermek olan serbest piyasa ekonomisine karşı bir nevi başkaldırı. Önce işi biraz şahsileştirmek istiyorum. Ümit Kıvanç’ı ben Kadir Has’ta düzenlenen Spor İletişimi programında tanıdım, tuhaf, agresif, sinirli ve hayli bilgili biriydi. O kadar takım arasından Gençlerbirliği’ni tutmayı seçmişti mesela, sosyalist olduğunu söylüyordu, her biri zifte banılmış gibi siyah ve daha ileri-daha ileri gitmeye çalışan öfkeli sakallarla doluydu yüzü. Ha bir de en başta dediğim gibi hep çok öfkeliydi. Ama öyle sana bana değildi öfkesi, genel bir öfke halesinin içinde yaşıyor gibiydi, sistemin kendisine öfkeliydi ve gördüğü her şey de o sistemin bir parçasıydı, dolayısıyla gördüğü her şeye öfkeliydi. Birikim’in “Bir Zamanlar Ermeniler Vardı” derlemesi de o günlerde çıkmıştı, sanırım köşe yazıları hariç okuduğum ilk makalesi de oradadır. İşte ben o günlerden bu yana Ümit Kıvanç’ın sadık bir okuru oldum. Ümit abi, çok şeyler öğrendiğim insanların başında gelir. Ona sorulan sorulardan birinde kendi mesleğini tanımlarken ne gazetecilik demişti ne de romancılık; çünkü o ‘belgesel sinemacı’ydı. Ümit Kıvanç’ın belgesel filmlerinin sanırım hepsini izlemişimdir ama birini izlediğim günü hatırlıyorum, Soma faciasından birkaç gün sonraydı, yedi sene önce, bugünlerde… 16 Ton adlı belgeselin bir de üst başlığı var: “Vicdan ve Serbest Piyasa Dair Bir Film”. Belgesel, adından da belli olacağı gibi birincil amaç ve motivasyonu daha çok kâr ermek olan serbest piyasa ekonomisine karşı bir nevi başkaldırı. Ümit Kıvanç, 2011’de çektiği 16 Ton’u, on sene sonra yeniden çekince benim payıma da üstüne biraz düşünmek düştü. Belgesel, Amerika kıtasının keşfini, orada bulunan madenleri, altına hücumun sonuçlarını, sömürgecilerin Afrika’da ve Amerika’daki yerlilere yaptığı mezalimi, köle ticaretini, büyük şirketlerin işçilere reva gördüğü yaşam şeklini, Sanayi Devriminin enerjisini sağlayan buharın -kömürün- ne pahasına çıkarıldığını, bu uğurda kaç yüz bin hayatın sona erdiğini mükemmelen anlatıyor. İşçi denilince benim aklıma madenciler ve tersane işçileri geliyor öncelikle. Biri, facia haberleriyle; öteki, Kronstad’dan Gdansk’a direnişle, devrimle. ‘Facia haberi’ öyle bir cümle içinde geçiştirilebilecek bir şey değil, hele Türkiye gibi maden kazaları haberlerinin sürekli yinelendiği, yenilendiği bir ülke için. 16 Ton, maden kazalarını kronolojik sıralayan bir belgesel olmanın çok ötesinde bir şey yapıyor. Amerika’da yaşananları tarihsel gelişimi içinde anlattıktan sonra, hızla bir viraj dönüp Zonguldak’a geliyor, bu kez Zonguldak’taki maden işçilerinin yaşadıklarını görüyoruz. Üstelik ister Amerika’da ister Van Gogh’un resimlerini çizdiği Belçika’da, ister Germinal’in sayfalarında, isterse de Zonguldak’ta olsun, madenciliğin kaderinin üç aşağı beş yukarı aynı olduğunu fark ediyoruz.
Sen insanlara hiçbir tercih imkânı bırakmazsan, fırsat eşitliğini tamamen ortadan kaldırırsan, insanlar ölümle maden arasında kalırlarsa, buna serbest piyasa denebilir mi?
‘Madenci hastalığı’, kaçınılmaz bir son olarak bekliyor o kapkara madenlere girenleri. Ama ‘kaçınılmaz’ dersen, ‘işin fıtratında’ olduğunu da söylemiş olursun. Eğer bir madenci yeterince şanslı ise emekli olana kadar maden üstüne çökmüyor, gazdan zehirlenmiyor, sadece perişan ciğerlerle ölümü bekliyor. Bu Allah’ın belası madenler, aslında birer ölüm koridoru. Bütün bunlarda Ümit Kıvanç’la hemfikirim ama ihaleyi ‘serbest piyasaya’ yıkmanın çok doğru olduğunu düşünmüyorum. Kendi okuduklarımdan çıkardığım sonuç, serbest piyasanın olmadığı bir iktisat modelinin daha büyük facialara yol açacağı. Bunu söyleyince, bir cümle daha eklemek şart: Serbest piyasanın olmamasından daha büyük facia, tamamen denetimden hariç tutulmuş bir piyasa olabilir. Ama ‘serbest piyasanın’ böylesinden, işte Ümit Kıvanç belgeselinde gösteriyor, nefret ediyorum. Sen insanlara hiçbir tercih imkânı bırakmazsan, fırsat eşitliğini tamamen ortadan kaldırırsan, insanlar ölümle maden arasında kalırlarsa, buna serbest piyasa denebilir mi? ‘Fırsat eşitliğinin’ olmadığı bir sisteme ‘serbest piyasa’ denebilir mi? Pozitif ayrımcılığı anlatmak için çok verilen bir örnek vardır, işte eğer engelliler için bir ‘ilave’ yapmazsan, engelli olanla olmayan eşit şekilde oradan yararlanamaz. Önce kullananlar arasında bir eşitlik sağlayacaksın ki serbest piyasa olsun ve işleyebilsin. İshak Alaton, bir süre önce ‘bütün madenleri kapatalım,’ diye bir öneride bulunmuştu. Herhalde hiçbirimiz İshak Alaton kadar kapitalist değiliz ama onun önerisi bizden çok devrimci. Peki insanlık, madencileri köle olarak kullanan şirket sahiplerinden, madenleri kapatabiliriz diyen şirket sahiplerine nasıl geçti? Geçtiğini söylemek mümkün değil tabii, ama söylendiğine göre böyle bir gidişat olduğu da açık. Aynı kapitalist sistem, haftalık çalışma günlerini de düşürmeyi tartışıyor bugünlerde, düşürecek de.
Serbest piyasanın olmamasından daha büyük facia, tamamen denetimden hariç tutulmuş bir piyasa olabilir. Ama ‘serbest piyasanın’ böylesinden, işte Ümit Kıvanç belgeselinde gösteriyor, nefret ediyorum.
Bugünün büyük şirketlerinden hiçbiri madencilikle uğraşmıyor, hatta fabrika bile açmıyor. ‘GAFA’ denen ‘yeni ekonomi’ dört büyük küresel şirketten alıyor adını: Google, Amazon, Facebook, Apple. Eskiden, diyelim elli-altmış sene öncesine kadar, insanları köle olarak kullanarak ‘artık değer’ toplamak kârlıydı, bugün o insanlara daha çok mal ve hizmet satmak kârlı. Sanayi Devrimi sonrasındaki birkaç yüz senelik ağır sömürünün elbette üç-beş senede bitecek hali yok, ama ‘serbest piyasanın’ kendini dönüştürebilme potansiyeli de çok yüksek. Bugünkü işçilerin kaybedebilecekleri ile yüz elli sene öncesi arasında dağlar kadar fark var. Sömürü de biçim değiştiriyor, varolabilmek için sürekli eli artırıyor, kaybetmekten korkacakları şeyler vererek ya da sadece vaat ederek insanları kendine bağlıyor… İnsanlığı ve doğayı maden belasından kurtarabilecek şeyin yine serbest piyasada bulunacağını düşünmekten kendimi alamıyorum. Elbette bir sihirbaz değil serbest piyasa ama insanın yaratıcılığına en çok değer veren sistem benim bilebildiğim kadarıyla o. Daha da uzatmayayım, mutlaka daha çok konuşulacaktır ama madenlerden nefret eden öte yandan hakkaniyetle işleyen serbest piyasaya da pek toz kondurmak istemeyen birinin belgesele dair düşünceleri işte böyle! 16 Ton, insanı düşünmeye sevk eden, birçok şeyi sorgulatan çok güzel bir belgesel.