Loading...
14 Mayıslar Güzeldir
Türkiye’nin hikayesi, tıpkı 1950’de olduğu gibi, henüz tamamlanmamış bir öykü ve bu hikayeyi daha yaşanabilir bir ülke ülküsüne doğru sürmek de elimizde.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, bütün ülkenin iple çekerek beklediği seçimin tarihini verdi. 14 Mayıs’ta Türkiye, kendi karakterine ve geleceğine dair tarihi bir karar verecek. Ya birbiriyle kavga ederek otokrasiyi normalleştirecek ya da hep beraber, hepimizin kendini ait hissedebileceği, özgür ve demokratik bir ülkenin inşası için kolları sıvayacağız. Cumhuriyetin ikinci yüzyılına girerken nasıl bir ülkede yaşamak istediğimize dair oy vereceğiz.
Elbette 14 Mayıs tarihiyle AKP bir tarih anlatısı kurgulamaya çalışıyor. CHP’nin “tek parti dönemi”ne son veren 1950 seçimlerinin yıl dönümünde AKP, kendini Demokrat Parti geleneğinin devamı olarak anlatacak. Daha şimdiden “Yeter söz milletin” sloganı, partizan figürler tarafından kullanılmaya başladı.
Oysa bu anlatı, AKP’nin birçok tarih okuması gibi bir mitler dizisine dayanıyor. Zira 1950’de DP, “ceberut” CHP’ye karşı bir “devrim” yapmadı. Büyük çoğunluğu zaten CHP’nin içinden çıkan kadrolarla kurulan DP, zorbaca yönetme yetkisine sahip olduğu halde Türkiye’yi demokratikleştirmeyi ülkenin “muasır medeniyet” seviyesine ulaşması için hayati bir dönemeç olarak gören Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından bizzat demokratik sürece dahil edildi. Söz millete verildi ve millet konuştu.
İnönü böyle bir karar almak zorunda değildi. Hatta, demokrasiden kaçınmasını isteyenler onu milli iradeye yönlendirenlerden daha fazla ve daha güçlülerdi. Tarihçi Barın Kayaoğlu, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından Amerika Birleşik Devletleri ile Türkiye arasındaki diyalogu irdelediği makalesinde, 1945 itibariyle Amerikan Başkanı Harry Truman ve Ankara’daki Amerikan diplomatların İnönü’yü “erken doğmuş bir demokrasinin sebep olabileceği sorunlara” dair gayet net bir şekilde uyarıyordu. Zira Amerika için Sovyetler Birliği ile Batı ittifakı arasında ikiye bölünen dünyada Türkiye’nin Batı’ya yakın durması stratejik bir dış politika hedefiydi. Türklerin milli iradesini denkleme sokup risk almak istemiyorlardı.
Fakat bu toplantılardan birinde İnönü, demokratikleşmeyi kendisi ve mensubu olduğu siyasi hareket için doğal bir hedef olarak anlatıyor; “muasır medeniyetler bugün demokrasi ise Türkiye’nin de hak ettiği demokratikleşmektir” diyordu. Oğlu Erdal İnönü de babası için milli iradeye dayalı bir rejimin “olmazsa olmaz” olduğunu dile getiriyor; Cumhurbaşkanı İnönü’nün Meclis’te birbirinin standartlarını yükselten partiler olan demokrasileri iyi yönetimin garantisi olarak değerlendirdiğini dile getiriyordu. Hatta İnönü geç kaldıklarını düşünüyor, seçim kaybetmekten korkup korkmadığı sorulduğundaysa “halkımız görev vermezse biz de çekiliriz” diyordu.
Dolayısıyla İnönü’nün 1950 seçimlerinde CHP’nin yaşadığı hezimeti yıllar sonra anlatırken “Yaşadığım en büyük yenilgi, aynı zamanda en kudretli galibiyetimdir” demesine kimse şaşırmayacaktı. Zira İsmet Paşa, muhalefet lideri pozisyonunda Meclis’te bulunmayı bir zafer olarak görüyordu. 14 Mayıs, köşeye sıkışmış bir zorba yönetimin varlığını sürdürmek için son bir umutla milli iradeyi kazanma çabası değil; zorbalık kılıcı elinde olduğu halde, Türkiye’nin hayrını şahsi çıkarlarının ötesine koyan bir liderin Türkiye’yi demokratikleştirme iradesinin bir sonucuydu. Yani 14 Mayıs 1950 seçimlerine CHP ve DP, Türkiye’ye dair ortak bir hayalle girdi: Her iki parti de ülkeyi geleceğe demokrasi zemininin taşıyacağını düşünüyordu.
14 Mayıs 2023 için böyle bir tablo tarif etmek mümkün değil. Tarih aynı olsa da Türkiye için bambaşka bir anlama gelecek bir seçime gidiyoruz. Bugün iktidar için “milli irade”, otoriteyi pekiştirmenin ve otokrasiyi sürdürülebilir kılmanın dayanağı. Yoksa o meşhur “tramvay”dan inileli çok oldu. Dolayısıyla, ortak bir demokrasi ideali ya da siyasi otoritenin demokratikleşme idealiyle bu 14 Mayıs’ın bir bağı yok.
Tersine, ortada iki ayrı Türkiye hayali var: Birini bugün yaşıyoruz. Toplumun her kesiminin adaletsizliği dibine kadar yaşadığı; eşitsizliğin, en az adaletsizlik kadar, sıradan akçe haline geldiği; siyasi otoritenin tanımladığı “makul vatandaş”ın ucundan kıyısından farklılaşan hiç kimsenin kendi ülkesinde aidiyet hissedemediği; umut değil korku üzerinden kurulan bir toplum düzeniyle idare edilen bir Türkiye o. Istanbulluların iradesiyle seçilmiş bir belediye başkanının siyasetten yargı yoluyla el çektirilmesi de bu Türkiye’ye dahil, “artık çok oldukları için” ülkeden bile isteye uzaklaştırılan gençler, hekimler, girişimciler de. Bu Türkiye Kabusu’nda hak, adalet ya da demokrasi, yalnızca bu kabusa ortak olanlar istedikçe bir anlam ifade ediyor. Dolayısıyla onun adı ne hak ne adalet ne de demokrasi oluyor.
Öte yandaysa bütün baskılara, bütün adaletsizlik ve keyfiliğe rağmen bu kabusun karşısına dikilip yeni bir Türkiye Hayali kurma cesaretine ve iradesine sahip olanlar var. Bahsettiğim kısır ve kısa vadeli parti siyaseti ya da muhalefet tacirleri değil; diğer kabusa ortak olmayan milyonlarca insan. Bizim için Türkiye’nin hikayesi, tıpkı 1950’de olduğu gibi, henüz tamamlanmamış bir öykü ve bu hikayeyi daha yaşanabilir bir ülke ülküsüne doğru sürmek de elimizde.
14 Mayıs 1950’de Türkiye, benzer bir ülküyle siyaset yapan bir jenerasyon, yani hem CHP hem DP sayesinde, demokrasiyi ülke yönetiminin merkezine taşımıştı. Bu hayalin temsilcileri, 14 Mayıs 2023’de sözü tekrar millete verecek olanlardır.