14.Büyükelçiler Konferansı’nın ardından bakmak

Abone Ol
Büyükelçiler konferansında verilen mesajlar ile Türkiye dış işleri politikasının geldiği nokta arasındaki uyumsuzluk neyi ifade ediyor? Buna karşılık Ukrayna-Rusya geriliminde Türkiyenin olumlu hamleleri de gündemde. Emekli Büyükelçi Fatih Ceylan konferansı değerlendirdi.

 “Bakakalırım giden geminin ardından; Atamam kendimi denize, dünya güzel;

                                          Serde erkeklik var, ağlayamam.”

Orhan Veli Kanık

2008’de ilk kez düzenlenen Büyükelçiler Konferansının 14.ncüsü Cumhuriyetimizin kuruluşunun 100.ncü yılında 5-9 Ağustos tarihlerinde Ankara’da düzenlendi. Diplomasi mesleğini merkez ve yurtdışı görevlerinde, kısacası sahada, icra eden Büyükelçilerimiz, 21. Yüzyılın ilk çeyreğinin son demlerinde üst düzey yönetim çevrelerinin beyanları ışığında Türk dış politikasının ana ilke ve esaslarıyla yeniden müşerref oldular! Büyükelçilerin yanı sıra her gün mevcut ekonomik zorlukların pençesindeki Türk kamuoyu da dış politikamızın incelikleri hususunda etraflıca aydınlandı. Büyükelçiler Konferansı vesilesiyle yapılan konuşmaların hiçbirinde Cumhuriyetimizin kurucusu Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’e ve Cumhuriyetin geçen yüzyıldaki dış politika eser ve uygulamalarına atıf yapıldığına tanık olunmadı. Bunun tek istisnasını ve tesellisini Dışişleri Bakanı Fidan’ın Büyükelçilerle birlikte Anıtkabir’e yaptığı ziyaret vesilesiyle Anıtkabir Özel Defterine yazdığı şu ifadeler oluşturdu:   “Bugün, Türkiye Cumhuriyeti, çizdiğiniz hedefler doğrultusunda azim ve kararlılıkla hiç durmadan yürümekte, bıraktığınız mirası her geçen gün daha da ileriye taşıyacak adımları cesaretle atmaktadır…Bu çerçevede 'Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir.' vecizenizden de aldığımız ilhamla, milli değerlerimize ve kapasitemize dayanan, bağımsız, akla ve insani değerlere bağlı, ileri görüşlü, etkin ve tesirli bir dış politika izlemeyi sürdüreceğiz. Bu duygu ve düşüncelerle her daim kalplerimizde yaşattığımız aziz hatıranız önünde saygıyla eğiliyor, sonsuz şükranlarımızı sunuyoruz. Ruhunuz şad olsun." Dışişleri Bakanı, Anıtkabir Özel Defterine yazdıklarının lafzını her nedense 7 Ağustos’ta Büyükelçilere hitaben yaptığı konuşmada dile getirmedi. Buna karşılık konuşmasında uluslararası güvenlik ortamının özelliklerini ve Türkiye’ye yansımalarını doyurucu ölçüde özetledi. Mevcut çatışmalı ve acımasız rekabetin hüküm sürdüğü küresel düzenin Türkiye için ortaya çıkardığı risk ve tehditleri bölgesel ve kıtasal ölçeklerde etraflıca tanımladı. Bu vesileyle yeni Dışişleri Bakanının, bugüne değin sergilediği sakin tutum ve geçmiş döneme kıyasla daha mutedil söylemler kullanmayı tercih ettiğini, geçmişten esasen aşina olduğumuz bu davranış şekli ile kurumsal diplomasiyi kaynaştırabilmesi halinde diplomasi alanında başarılı bir performans ortaya koyabileceğini not etmekte yarar bulunmaktadır. Sayın Cumhurbaşkanı’nın 8 Temmuz tarihli hitabı ile Sayın Meclis Başkanının bir gün sonraki kahvaltı konuşması özünde büyük ölçüde aynı söylemin paylaşımları olarak kayda girdi. Bu bağlamda, her ne kadar Cumhuriyetimizin yüzüncü yılında dünyada ilk on ekonomi arasına girme hedefini tutturamamış olsak da gelecek yüzyılda on yıl önce vaat edilmiş bu hedefi yakalayacağımız konusunda gönüllere su serpildi. Bunun için dünya ekonomileri sıralamasında Dünya Bankası verilerine göre 19. sıraya gerilemiş bulunsak ve ekonomik dengelerimiz hâlen bozulmaya devam ediyorsa da bu kayıplarımızı, küresel ekonominin ciddi daralma sinyalleri verdiği, dünya düzeninin akışkanlık ve büyük değişim içine girdiği sert rekabetle tanımlanan bir dönemde telafi edeceğimiz hususunda toplumun geniş kesimleri söylemsel güvenceleri duymaktan mutlu oldu. Sayın Cumhurbaşkanı ile Sayın Meclis Başkanı konuşmalarında, her nedense Sayın Davutoğlu’nun Dışişleri ve Başbakanlık yaptığı dönemdeki söylemlerini tekrar ettiler. Türkiye’nin ‘oyun kurucu ülke’ rolüne ve ‘vicdani/insani dış politikası’na yapılan, dolayısıyla yeni yüzyıl için eski bir söylem manzumesini yineleyen vurgular dikkat çekti. Benzer şekilde her üç konuşmada, adeta öz güven eksikliğinin dışa vurumu olarak addedilmeye müsait bir söylem doğrultusunda ‘Türkiye eksenli dış politika’ yürütüldüğü savı yinelendi. Bu savın arkasındaki ‘derinlik’ esasen yine 2010’lu yıllara ait bir tartışmanın ürünü olarak görülmedi. Eksen tartışmasına Büyükelçiler Konferansı vesilesiyle her nedense yeniden hayat verilmesi zihinlerin bir kez daha karışmasına neden oldu. Konuşma metinlerinin yazarları herhalde geçmişin izlerinden halen etkilenmiş bulunuyordu. Sayın Meclis Başkanının, açık kaynaklara da yansıyan kahvaltı konuşmasında iki husus dikkat çekti. Bunlardan biri, küresel sistemin yeniden yapılanmakta olduğu bir dönemde Türkiye’nin oynayabileceği role işaret ederken tarihi bir cümleye yaptığı şu atıftır: “Şu sözü hepimiz hatırlıyoruz: 'İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra yeni bir dünya kurulur ve Türkiye oradaki yerini alır'.” Bu sözü 1964 yılında Türkiye’nin Kıbrıs’a yaptığı hava harekâtı nedeniyle zamanın ABD Başkanı Johnson’un Türk Başbakanı İsmet İnönü’ye gönderdiği mektup üzerine İnönü’nün kullandığı bir ifade olduğu da kamuoyuna anımsatılmış bulunsaydı daha olgusal bir yaklaşım sergilenmiş olurdu.
Her üç konuşmada tekrarlanan diğer bir söylem, değişim hâlindeki küresel sisteme düzen vermeye dönük olarak yıllardır yinelenen bir hedefin yeniden ısıtılıp kamuoyu önüne konmasıydı. Kırılgan küresel sistemin oyun kuran ve yöneten bir aktörü olmaya yeni yüzyılda yeniden soyunuyorduk.
Diğer husus ise, Rusya’nın Ukrayna’da başlattığı savaşın etkilerinden bahsederken, Ukrayna’daki savaşın Rusya ile Ukrayna arasında değil, Rusya’nın saldırgan tutumu karşısında Avrupa ve özellikle ABD’nin stratejik ön alma savaşı olarak tanımlanmasıdır. Rusya Devlet Başkanı Putin’in kendisi Ukrayna’daki çatışmayı, küresel uzantılar içermekle birlikte, ‘yerel bir savaş’ olarak tarif etmesine karşılık Sayın Meclis Başkanı kendi anlayışına göre farklı bir saptama yapmaktadır. Bunun yanında Karadeniz’den komşu olduğumuz iki ülkeye (Rusya ve Ukrayna) değinirken bunları sadece komşu değil, ‘dost ve müttefik’ ülkeler olarak nitelemektedir. Halbuki, müttefik ülkelerle geçen yılki NATO Madrid Zirvesi vesilesiyle yapılan danışmalar sonucunda Türkiye’nin de onay verdiği NATO’nun son stratejik konsept belgesinde Rusya, ‘doğrudan ve önemli bir tehdit’ kaynağı olarak tanımlanmıştır. Bu meselenin doğrusu, Rusya’nın komşu bir ülke ve üst düzey ortak (müttefik değil); Ukrayna’nın ise komşu ve stratejik düzeyde bir ortak olduğudur. Konuşmada kullanılan ifadeler doğaçlama değilse, Sayın Meclis Başkanının konuşma notlarını hazırlayan görevlilerin dosyalarını çok iyi çalışmadıkları sonucuna varmak mümkündür. Yerli yerine oturmayan bu tür görüş ve tanımlara rağmen Türkiye’nin Ukrayna’da başlayan ve hâlen devam eden kan ve vahşet dolu savaş karşısında Montreux Sözleşmesi’nin ilgili maddelerini işletmesi, savaşan iki tarafı olası bir barış süreci için bir araya getirmeye dönük girişimleri, Türkiye-Ukrayna-Rusya-BM arasında varılan mutabakat sonucunda, 17 Temmuz tarihi itibariyle Rusya’nın çekilmesi üzerine son bulmuş olsa da, tahıl anlaşmasının hayata geçirilmesini sağlaması ve iki savaşan taraf arasında esir değişimine ön ayak olması Türk dış politikası kapsamında yadsınması mümkün olmayan olumlu adımlardır. Yine her üç konuşmada strateji/vizyon kelimelerinin havada uçtuklarına tanıklık ettik. Vizyonu ‘Türkiye Yüzyılı’ kabul etsek dahi bunun altını uygulamayla dolduracak stratejinin ne olduğu bir kere daha müphem kaldı. Başkalarına ayar vermeye eğilimli olan bir anlayışın yeni yüzyılda, birçok çağdaş devletin olağan uygulaması olan, devlet kurumlarının ortak aklına dayalı temel bir strateji belgesini hâlen ilan edemediği gerçeğiyle yeniden yüzleşmek durumunda kaldık. Bir yandan, uluslararası ortamın geniş çaplı sert bir değişimden geçtiği dile getirildi, diğer yandan, böylesi zorlu bir ortamda Türkiye’nin bir ana strateji belgesi geliştirmesi gereğine vurgu yapmak nedense kimsenin aklına gelmedi. Durumu ve geleceği, ekonomideki keskin bozulmalara rağmen, nasıl uygulanacağı sağlam bir stratejiye bağlı olmayan elbette ulvi hedefler üzerine inşa olunmuş bir vizyonla idare etmek yeğlendi.
Genç kesimlerin umutlarını her gün yitirdikleri, iyi ve kaliteli eğitim almış donanımlı insanlarımızın yurt dışına gitme planlarının yoğunlaştığı bir zaman kesitinde bir Büyükelçiler Konferansı’nı daha geride bıraktık.
Her üç konuşmada tekrarlanan diğer bir söylem, değişim hâlindeki küresel sisteme düzen vermeye dönük olarak yıllardır yinelenen bir hedefin yeniden ısıtılıp kamuoyu önüne konmasıydı. Kırılgan küresel sistemin oyun kuran ve yöneten bir aktörü olmaya yeni yüzyılda yeniden soyunuyorduk. Bu bağlamda, sıcak yabancı para bulmak için geçmiş dış politika tercihlerinde patinaj yapmanın ve/veya iç-dış borçlar toplamanın GSYH’nin neredeyse üçte ikisine dayanmasının pek bir önemi bulunmuyordu. Son seçimlerde kullanılan toplumu kutuplaştırmaya kurgulu, çoğu algılara ve sanal iddialara dayalı söylemin kamuoyumuzda neden olduğu travmaların üstesinden çok kısa sürede geldiğimiz, bu bağlamda iç huzur, barış ve refahın sağlanmış olduğu herhalde varsayılıyordu. Yurtta barış ve huzuru temin etmeden dünyaya nasıl ve hangi yönde ayar vereceğimiz ise henüz tam bilinmeyenli bir denklem olarak karşımızda duruyordu. Genç kesimlerin umutlarını her gün yitirdikleri, iyi ve kaliteli eğitim almış donanımlı insanlarımızın yurt dışına gitme planlarının yoğunlaştığı bir zaman kesitinde bir Büyükelçiler Konferansı’nı daha geride bıraktık. 14.ncü kez demir alan bu önemli etkinliğin ardından elbette kendimizi denize atmayacağız. Sadece ‘erkeklikten’ değil, ülke geleceğini düşünen insanlar olarak ağlamayacağız da. Umudumuzu da yitirmeyeceğiz. Yanaşacağımız limanın, Kurucu Liderimiz Atatürk’ten miras Türkiye Cumhuriyeti’nin gelecek yüzyılının çağdaş, uygar, laik ve sosyal hukuk devleti olduğunu bilerek ve yaşayarak seyrimize devam edeceğiz.