12 Eylül 1980 ve 2010: İkinci ve Üçüncü Cumhuriyet’in ilanı
80’de ordu, bin yıllık geçmişinin yardımıyla ideolojik gruplar hariç toplumun tamamını ikna etmişti. Erdoğan ise toplumun yarısını yanına çekerken öteki yarısını dışarıda bıraktı. Böylece 3. Cumhuriyet öncekilerden kısa sürdü. Şimdi 4’süne kurumsallaşmayı sağlama görevi düşüyor.
12 Eylül Türkiye için çok kritik bir gün. Ülkenin kaderini değiştiren iki büyük olayın, 1980 darbesi ve 2010 referandumunun yıldönümü. Türkiye’de siyasi düzen cumhuriyetin ilan edildiği 1923’ten beri iki kez yıkıma uğradı. 12 Eylül 1980 darbesi (1982 Anayasası) ile 2. Cumhuriyet kurulurken, 12 Eylül 2010 Anayasa Değişikliği Referandumu karşı-devrim olarak 3. Cumhuriyet’in ilanı oldu.
12 Eylül 1980 Darbesi
1980 darbesi, 1960 darbesi ile 1971 muhtırasından farklı olarak Türkiye’nin siyasi, hukuki ve ekonomik düzenini kökten değiştirdi. 1923’ten beri devlet kurumlarına hâkim olan ve toplumu ilerici amaçlarla dönüştürmek isteyen Aydınlanmacı Cumhuriyet paradigması yıkıldı. Yerine toplumun banal Atatürkçülük ve Diyanet üzerinden kontrol edilmek istendiği bir cumhuriyet inşa edildi, bu iki enstrüman 1982 Anayasası ile koruma altına alındı. Étienne Copeaux’ya atıfla Türk Tarih Tezi’nden Türk-İslam Sentezi’ne geçiş yapıldı.
Kamu yönetiminde kalkınmacı anlayış, yerini idare-i maslahatçılığa bıraktı. Vatandaşlara devletin kontrolünde Türk-Sünni kimliği dayatılırken, bu kimlikten gelen aktörler için bürokrasi ve siyaset kapıları daha çok aralandı.
Ekonomi alanında ise, 2. Cumhuriyet’i kuran 1980 cuntası ve sonrasında gelen ANAP iktidarı, kaynak bulmak için sermayenin ve uluslararası şartların baskısıyla ithal ikameci ekonomik modeli terk edip ülkeyi neoliberalleşmeye açtı. Ancak devlet kapasitesi ve toplum bu değişime hazır değildi.
2. CUMHURİYETİN YIKILMA SÜRECİ
1980 darbesi ve 1982 Anayasası’yla inşa edilen 2. Cumhuriyet siyasette ordu ve yürütmeyi baskın kılarken, yasama, yargı ve devlet bürokrasinin gücünü azalttı. Ekonomik büyüme için toplumsal değişimin önünü açan yeni cumhuriyet, bu değişimin hızı ve büyüklüğü karşısında yetersiz kaldı.
2.Cumhuriyet’in ön ayak olduğu çarpık kapitalizm, hızlı nüfus artışı ve kentlerde gelişen sanayi ve hizmet sektörünün talebiyle paralel olarak yaşanan yoğun iç göç kamunun kurumsal kapasitesini aştı.
Türkiye nüfusu 2. Cumhuriyet’in hüküm sürdüğü 1980-2010 yılları arasında 44 milyondan 73 milyona fırladı (29 milyon artış). Bu artış ülke nüfusunun %65 artması anlamına geliyordu. %65 artan nüfus, hızlı iç göçle birlikte büyük ölçüde kentlere yığıldı. Örneğin İstanbul’un nüfusu 1980-2010 arasında yaklaşık 3’e katlandı, 4,7 milyondan 13,2 milyona yükseldi. Bu büyük demografik değişimin yarattığı istihdam, sağlık, eğitim, güvenlik sorunları ülkenin kronik meseleleri haline geldi.
Kentlerde, ekonomide ve bürokraside yaşanan hızlı değişim, kırsal kültürün ve geleneksel bağların siyaset ve toplumda hâkim olmasıyla sonuçlandı. Vatandaşlık ve sivil kültür yerine öne çıkan dini, mezhep, etnisite ve hemşehri bağları Türkiye’de gruplararası rekabetin hırçınlaşmasını ve kamu-özel fark etmeksizin her alanda hissedilmesini beraberinde getirdi. 1980 darbesiyle ideolojik grupların tasfiyesiyle paralel olarak İslami hareketler kuvvetlendi. Yine darbe sürecinde Kürt kimliği ve Kürtçeye yönelik insan haklarına aykırı yaklaşım ve uygulamalar, PKK’nın ve Kürt siyasal hareketinin yükselişiyle sonuçlandı. Tüm bu gelişmelerle birlikte Türkiye kimliksel çatışmaların günlük hayata sirayet ettiği istikrarsız bir ülkeye dönüştü.
Özetle 2. Cumhuriyet ekonomik kaynak için neoliberalleşmenin önünü açarak devlet kurumlarının kalkınmacı kapasitesini kısıtlarken, kamunun hizmet kapasitesini aşan demografik, sosyo-ekonomik, kültürel ve siyasal bir değişimi tetikledi. Banal Atatürkçülük ve Diyanet, kırsal kültürün ve kimliklerin kentlere taşınması karşısında toplumun tamamını kontrol etmek için yetersiz kaldı.
Kendi yarattığı değişim karşısında çaresiz duruma düşen 2. Cumhuriyet, 28 Şubat sürecinde İslami siyaseti ve grupları kontrol altına almak için bir restorasyon çabasına girişse de 2001 ekonomik krizine dayanamadı ve İslami-otoriter karşı-devrimin, yani 3. Cumhuriyet’in yolu açılmış oldu.
3. CUMHURİYET
1990’larda siyaset kurumunun iflası ve 1999 depremiyle 2. Cumhuriyet’in kapasitesizliğinin ortaya çıkması, çarpık ekonominin yaşattığı 2001 krizi ve 28 Şubat’ın yarattığı mağduriyetler AKP’yi başa getirdi.
Bir yandan 2. Cumhuriyet’in Türk-İslam anlayışından yararlanan AKP, diğer yandan 1. Cumhuriyet ve 2. Cumhuriyet’in dışlanmışları olan anti-Kemalist aydınlar, gayrimüslimler, cemaat ve tarikatlar ile Kürtlerin doğrudan veya örtülü desteğini almayı başardı. Bu sayede AKP 3. Cumhuriyet’e giden yolda karşı devrim saflarını sıklaştırmış oldu. Ayrıca, AKP kültürel İslamizasyon ajandasını muhafazakar demokrasiyle maskeleyip özgürlük ve sivil siyaset vaadiyle AB ve Batı ülkelerinin desteğini de aldı.
Ekonomide 2. Cumhuriyet’in neoliberal anlayışını reddetmeyen AKP, 2001 krizinden sonra Merkez Bankası, SPK, BDDK gibi bağımsız ekonomik kurumların piyasayı düzenleyici tedbirlerini öne çıkaran post-Washington konsensüsünün ilkelerine sadık gözüktü.
Fakat ekonominin aksine Erdoğan ve İslami camia, ordunun yürütmeyi dengelediği 2. Cumhuriyet’in siyasi düzeninden memnun değildi. Ergenekon davasıyla birlikte, daha önceden ordu engeliyle karşılaşmış olan merkez sağ ve Milli Görüş camiaları ile İslami cemaatleri birleştirerek sağın neredeyse tamamını konsolide etti. Sol siyasetin sekter ulusalcı-laik siyaseti ve AKP’nin görece başarılı hükümet performansı merkez seçmeni de AKP’ye yaklaştırdı. 1990’ların radikali olarak görülen Erdoğan, Türkiye’de ordu ve ordu destekçisi siyasetin karşısında yürütmenin hâkimi olarak karşı-devrimci lider pozisyonuna geçti. Fethullahçılarla birlikte, Ergenekon davası ve kadrolaşmayla ordu, emniyet ve yargıyı ele geçirerek 3. Cumhuriyet’in zeminini hazırladı.
Öte yandan 1990’larda etkili bir güce dönüşen medya da kültürel İslamizasyon ve yürütmenin keyfiliğinin önünde büyük bir engel teşkil ediyordu. İktidara gelir gelmez TMSF eliyle medya operasyonlarına başlayan AKP, zaman içinde havuz medyasını da inşa ederek medyada tekel kurdu. Doğan Medya’ya yönelik yıpratma davalarıyla muhalif medyanın cesaretini kırdı. Erdoğan böylece medyaya kendisinin karşı-devrimci rolünü kabullendirmiş oldu.
Olaylı 2007 Cumhurbaşkanlığı seçimi, başörtüsü tartışmaları ve 2008’de hazine yardımı kesintisiyle sonuçlanan AKP’ye yönelik kapatma davası AKP ve Erdoğan’ın karşı-devrim amacına uygun ahlaki ve meşru bir zemin oluşturma konusunda muazzam fırsatlar oldu. 1. ve 2. Cumhuriyet’in destekçileri kolayca darbeci ve din düşmanı ilan edildi. Bu şartlarda anayasa değişikliği ve yeni anayasa söylemleri karşılık bulmaya başladı ve 2010 Anayasa Değişikliği Referandumu’na gidildi. Ordunun gücü karşısında yargıyı yürütmenin kontrolüne veren 2010 referandumu Erdoğan’ın karşı-devriminin kurumsallaşması ve 3.Cumhuriyet’in ilanı oldu.
3. CUMHURİYET ÇÖKÜYOR
Aslında 3. Cumhuriyet, 2. Cumhuriyet’ten farklı olarak bir karşı-devrim girişimi olduğu için daha en baştan akim kalmaya mahkum bir proje olarak tanımlanabilir. 2010 sonrasını incelediğimizde, 11 yıldır serbest düşüş halinde ayakta kalmaya çalışan 3. Cumhuriyet’in 30 yıl süren 2. Cumhuriyet kadar kuvvetli olamadığı görülüyor.
Bunun ilk nedeni karşı-devrimci AKP ve Erdoğan’ın sol ve seküler bloka karşı sağı mobilize edip merkezi yanına çekerken toplumun en az yarısını 3. Cumhuriyet’in kapsama alanının dışında bırakması oldu.
1980’de ise ordu, hem silahlı gücüyle hem de bin yıllık kurumsal geçmişinin inşa ettiği toplumsal güven yardımıyla cebren veya gönüllü olarak sol-sağ ideolojik gruplar hariç neredeyse toplumun tamamını ikna etmişti.
1980 darbesinin anayasasına 20,7 milyon kayıtlı seçmenin 18,9 milyonu, yani %91’i Evet oyu vermişti. 2010 referandumu ise 52 milyon kayıtlı seçmende 21,8 milyon oy desteğine ve %42’lik onay oranına ulaşabildi. 1980’den farklı olarak, 2010’da eğitimli nüfus, medya ve İstanbul sermayesi gönülsüzdü ve 3. Cumhuriyet’e muhalefet hem elit hem de seçmen bazında hep canlı kaldı.
Öte yandan 3. Cumhuriyet, 2. Cumhuriyet’ten farklı olarak toplumun sol ve sağ kesimlerini kontrol etme iddiası yerine, sağ-İslami kesim değerlerinin topluma egemen olmasını amaçladı. Türk-İslam Sentezi anlayışına Osmanlıcı ve ümmetçi söylemler eklendi. Diyanet ise İmam-hatip, tarikat ve cemaatlerin etkisine açıldı ve dönüştürüldü. Böylece daha rasyonel-pragmatik Sünni anlayış yerine hadisleri daha çok öne çıkaran ve daha az modernist olan bir Sünni anlayış hâkim oldu. Bunun sonucunda İslam iktidarla özdeşleşirken, Sünni kimliğin dindar muhafazakârlar haricinde kalan seküler kesim ve geleneksel dindarların üzerindeki etkisi kırıldı.
İkinci neden ise Erdoğan’ın AKP’sinin liyakatli yönetimden uzak ve keyfiliğe yatkın yönetim anlayışı. Bunun ekonomi ve siyasetteki yansımalarını ayrı ayrı değerlendirmek gerekiyor.
Erdoğan’ın AKP’si ekonomi alanında 2010 referandumundan kısa bir süre sonra ülkenin refah seviyesini aşağıya çekmeye başladı. 2008 ekonomik krizi sonrası devletçi kapitalizm modelini Erdoğan’ın inşaat sektörü üzerinden uygulama çabasıyla beraber ekonomiye otoriter ve keyfi müdahaleler başladı. Seçim ekonomisi adına Merkez Bankası bağımsızlığının ortadan kalkmasına paralel olarak yabancı sermaye Türkiye’yi terk etti ve piyasaya güven azaldı.
Erdoğan’ın AKP’si Türkiye’nin beşerî sermayesini dışlayan karşı-devrim temelli bir Cumhuriyet kurduğu için seçmen meşruiyetin ihtiyaç duydu. Dolayısıyla Türkiye sürekli seçimlere ve siyasal istikrarsızlığa mahkûm oldu. Suriye Savaşı ve göç krizi, AKP içi ayrışmalar ile 15 Temmuz darbe girişimi sonrası OHAL uygulamaları ve Türk tipi başkanlık sisteminin kurumları ve dolayısıyla kurumsal hafızayı ortadan kaldırması, 3. Cumhuriyet’in 2020’lere son derece kırılganlaşmış olarak girmesine yol açtı.
SONUÇ
Huntington’a atıfla, siyasi düzen oturmadan sosyal ve kültürel değişimi tetiklemek istikrarsızlık yaratır. 1980 ve 2010’da ilan edilen 2. ve 3. Cumhuriyet’in ortak noktası, Türkiye’de hukuk devletinin kapsayıcı bir şekilde kurumsallaşmasını ve devlet kapasitesinin artmasını beklemeden siyasal düzeni ve toplumu ani değişime zorlamak oldu. 2. Cumhuriyet’in yol açtığı hızlı neoliberalleşme kontrolsüz iç göçe, toplumsal şoklara ve siyasetin gruplararası rekabet sahnesine dönüşmesine ve istikrarsızlığa yol açtı. Devlet kurumları ve kapasitesinin bu istikrarsızlığı kaldıramadığı gerçeği 1999 depremi ve 2001 krizinde ortaya çıktı.
3.Cumhuriyet’in karşı-devrim niteliği çerçevesinde ülkenin beşeri sermayesini dışlayan anlayışı ise kurumlar yerine liderliğe dayalı liderliğin öne çıkmasına, ülkede Sultanistik rejim inşa edilmesine ve siyasetin artık rekabet mecrası olmaktan da öte kanlı bir savaş alanına dönüşmesine yol açtı. Devleti devlet yapan kurumlar ortadan kalktı, Türkiye, kanun devleti olarak bile tanımlanamaz bir noktaya sürüklendi.
Bugüne geldiğimizde, 3. Cumhuriyet’in sonu aslında çoktan geldi. Bunun ilanı için gelecek seçimler bekleniyor. Yeni iktidara ise sırasıyla hukuk devleti inşa etme, devletin kapasitesini artırma ve kurumsallaşmayı sağlama, ekonomi ve siyasette liyakat ve yönetişim esaslı anlayışı yerleştirme ve demokrasiyi konsolide etme görevleri düşüyor.
----
KAYNAKÇA
Copeaux, Etienne. "Türk Tarih Tezinden Türk-İslâm Sentezine." İstanbul: İletişim Yayınları (2006).
Huntington, Samuel P. “Political Order in Changing Societies.” New Haven: Yale University Press, (1968).